Sağlıklı bir insanın mide-bağırsak sisteminde 100 trilyon kadar mikroorganizma bulunduğu bildiriliyor. Yani bedenimizde kendimize ait hücrelerin sayısından fazla misafir organizma bulunuyor. Bu konuk mikroorganizmalara “Probiyotik” adı veriliyor. Probiyotik kavramı aslında ilk olarak 1907’de Nobel ödüllü Rus bilim adamı Metchinkoff tarafından ortaya atılmış olmasına karşılık sağlığımız için ne kadar önemli olduğunu yeni fark ediyoruz. Bunun en açık delili, bilimsel araştırmaların yayımlandığı indekslerde görülüyor. Scopus (Elsevier) indeksinde probiyotikle ilgili yayımlanmış yirmi iki bin dört yüz yirmi (22.420) bilimsel araştırmadan yirmi bir bin sekiz yüzü (21.800) yani yüzde 97’si (neredeyse tamamı!) son 15 yıl içerisinde yapılmış.
Aynı konudaki ilişkili bir kavram olan “prebiyotik” ise çok daha yeni, 1995’de ortaya atılmış (Gibson ve Roberfroid). Prebiyotikler, en basit anlamı ile probiyotiklerin vücutta çoğalabilmesi için gerekli koşulları sağlayan, sindirilmeyen besin öğeleri olarak tanımlanıyor. Benzer şekilde yapılan araştırmaların yüzde 87’si son 15 yılda yapılmış; yedi bin yüz elli (7.150) çalışmadan altı bin iki yüz ellisi (6.250).
Aslında sindirim sistemimizde bulunan yararlı bakteri ve mayaların sağlığımız için yararlı oldukları konusu binlerce yıldır biliniyor. Bu bakımdan yoğurt, kefir, kımız, boza gibi fermente ürünlerin tüketilmesi önerilir. Ancak yapılan çalışmalar bu tip ürünler içerisinde yer alan bakteri ve mayaların çoğunluğunun sindirim sisteminde yer alan mide asidi, enzimler ve besin bileşenlerinden olumsuz etkilenerek canlılığını yitirdiğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla son yıllarda bu ağır koşullara dirençli oldukları belirlenen bakteri ve mayalar ilave edilmiş probiyotik katkılı ürünler pazarlanıyor. Ancak günlük alınması önerilen probiyotik miktarı 5 milyar (cfu) olarak belirtiliyor. Bu bakımdan istenen yararın gözlenebilmesi için tablet, kapsül gibi ilaç şekillerinde olan ürünlerin kullanılması öneriliyor. Tabi burada en önemli husus “ürün kalitesi”. Yani satın aldığınız probiyotik ilaç içerisinde bulunan bakterilerin ne kadarının vücudunuza girdiğinde ne derecede sağlam kalıp, gelişebilecekleri konusu önemli.
Japonya’da yapılan ve yeni yayımlanan bir çalışmanın sonuçları ilgimi çekti. Anne sütünün bebeklerin sağlıklı gelişimi için ne kadar önemli olduğu biliniyor. Yürütülen bilimsel çalışmalar anne sütünün çocuklarda alerjik tepkimelerin (alerjik astım, atopik dermatit, vd.) önlenmesinde de rol oynadığını ortaya koyuyor. Hamilelik ve emzirme dönemlerinde annelere probiyotik verilmesi ile anne sütünde alerjiye karşı etkili bileşenlerin miktarının arttığı gösterilmiş.
Yeni yayımlanan çalışmada ise “prebiyotik” kullanımının bu konudaki etkisi araştırılmış. Gönüllü 84 anne adayı iki gruba ayrılarak hamileliğin 26. haftasından itibaren bir gruba prebiyotik ürün, diğer gruba ise benzer görünüşte etkisiz bir ürün (şeker) verilmiş. Uygulama doğumdan sonra birinci ayda sonlandırılmış. Prebiyotik ürün olarak günde iki defa dörder gram fruktooligosakarit (FOS) [hindiba kökünden elde edilen özüt] taşıyan kapsüller verilmiş. Doğumdan sonra alınan ilk ağız sütü (kolostrum) ve bir ay sonra alınan süt örneklerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkili bazı önemli proteinlerin miktarları araştırılmış. Sonuçta prebiyotik verilen annelerin sütünde alerjik tepkimelerde rol oynadığı bilinen bazı proteinlerin (interlökin-27 ve diğer) miktarında şeker verilen gruptaki annelerin sütüne göre üç misli fazla artış sağlandığı gözlemlenmiş.
Burada bir hususu tekrar hatırlatmakta yarar görüyorum. Kullanılan probiyotik ve prebiyotik ilaçların kalitesi, mide-bağırsak sisteminde canlılıklarını ne derecede sürdürebildikleri konusu çok önemli.
Kubota T., et al., 2014: Prebiotic consumption in pregnant and lactating women increases IL-27 expression in human milk. Br J Nutr 111, 625-32.